Şiir insanın içinden dopdolu bir hayat gibi geçerse
O zaman ölünce de şiirler yazar insan
Ölünce de yazdıklarını okutur elbet
Edip Cansever
I
İlk şiirlerini
1940'lı, son şiirlerini ise 1980'li yıllarda yayımlayan Edip
Cansever, şiir yazdığı ve yayımladığı bu kırk yıllık süre içinde
Türk şiir tarihinde kelimenin tam anlamıyla özgün bir
şair olarak durmaktadır. Onun bu duruşu elbette sadece bu kırk
yıllık zaman dilimi için değil, Türk şiir tarihinin bütün
zamanları için geçerlidir. Kendisinden önce, bütünüyle örnek
aldığı bir benzeri yoktur; kendi döneminde benzersizdir ve
ölümünden sonraki dönemde de benzersizliği sürmektedir. Adeta
korkulmuştur onun şiirinden ve dünyasından. Hem şairler hem de
eleştirmenler, araştırmacılar mümkün olduğunca uzak durmayı
tercih etmişlerdir Edip Cansever'e. Hakkında yazılıp
çizilenlerin nicelik bakımından çok düşük bir oran göstermesi
bunun kanıtıdır. şiir dergisi olarak çıkan veya şiire ağırlık
veren dergilerde bile kendi kuşağının diğer şairleri, sözgelimi
Turgut Uyar ve Cemal Süreya hakkında yazılanların Edip
Cansever'le ilgili olan yazılara göre çok daha ağırlıklı olması
ilgi çekicidir. Turgut Uyar ve Cemal Süreya'ya haksızlık etmiş
olmak istemem. Bu iki şair elbette sürekli olarak anılmayı hak
etmiş cins şairlerdir; fakat Edip Cansever de onlardan
daha az önemli değildir kanımca.
Edip
Cansever'in ölümünün üzerinden on yıl geçmiştir ve şiirlerinin
tamamı gözümüzün önündedir. Yerçekimli Karanfil ve
şairin Seyir Defteri adlarıyla iki cilt halinde yayımlanan
bütün şiirleriyle birlikte bunlarda bulunmayıp da Gül Dönüyor
Avucumda isimli kitapta yer alan bazı şiirler, toplamı
tamamlar. Bunlara, arada gözden kaçmış olan ve nedense Gül
Dönüyor Avucumda'ya da dahil edilmemiş olan "Bir Sıra Dil
Balığı"nı da eklediğimiz zaman Edip Cansever'in şiirleri tam
anlamıyla bütünlenmektedir.
Tabii eğer, geride henüz yayımlanmamış, gün yüzüne çıkmamış bazı
şiirleri yoksa...
Onun şiirler
toplamı göz önünde olduğuna göre bu şiirler üzerinde öncelikle
kısa bir kronolojik gezi yapmak, sonraki açılımlara imkân
hazırlaması bakımından gereklidir. Edip Cansever'in Dirlik
Düzenlik (1954) kitabını oluşturan ilk şiirlerinde Garip
akımının etkisi hissedilir. Bilhassa "Dipsiz Testi"de ve kısmen
de olsa "Masa da Masaymış Ha" şiirinde bu etkinin varlığı
açıktır. Aynı kitaptaki "Mesire Yerleri" ise Behçet Necatigil
etkisini taşır. Bu etkilenme dönemi kısa sürmüş, Edip Cansever
1950'lerin sonlarına doğru kendi kişiliğini aramaya başlamış ve
aradığı özgün şair kişiliğini yine 1960'lara doğru ve özellikle
de Yerçekimli Karanfil'den sonraki kitaplarıyla
bulmuştur. şairin Yerçekimli Karanfil ( 1957) kitabını
belki de bir geçiş dönemi ürünü olarak kabul etmek gerekir. Bu
kitabın değerlendirilmesinde kitaba adını veren "Yerçekimli
Karanfil" şiiri eksen olarak alınmıştır genellikle. Oysa "Aaaa",
"Aşkın Radyoaktivitesi", "Yangın" ve "Güzel Atomların Yaptığı
Ayak" şiirleri de aynı paraleldedir. Edip Cansever'in sonradan
iyice olgunlaştıracağı özgün şiirinin yolunu açmasında bu
şiirler önemli birer adım olarak değerlendirilmelidir.
Yerçekimli Karanfil'den hemen sonra birbiri ardınca gelen
Umutsuzlar Parkı (1958) ve Petrol (1959) kitaplarında
genel olarak Edip Cansever şiirinin karakteristik dokusunu
oluşturan şiirler yer alır. Umutsuzlar Parkı'nı oluşturan
"Amerikan Bilardosuyla Penguen" ve "Umutsuzlar Parkı" isimli
uzun soluklu iki şiir ile Petrol'de yer alan "Beyaz Atlar
Surlara", "Phoenix", "İnfilak", "Kavga" gibi şiirler bu dokunun
oluşturulmasında önemli rol oynarlar. Nerde Antigone
(1961) kitabındaki "Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka"
şiiri uzun soluklu oluşuna karşın taşıdığı yoğunluk ve
derinlikle, şair-kişinin kendi içine, insanlara ve nesnelere
bakışının kapsamlı bir yansımasını sunmasıyla dikkati çeker.
Tragedyalar (1964) ise klasik bir türün modern şiirde
kullanımının bir örneği gibidir. Elbette, Edip Cansever'de
klasik yapı, klasik olarak kalmamıştır. Beşinci
tragedyanın kişileri, Tragedyalar serisinde baştan beri
geliştirilen "yalnızlık, umutsuzluk, bir şeylerin eksik kalması,
katı bir sessizlik, durmadan suçlu olmak, alkol biçiminde
olmak"... gibi tespitleri somut hale getirmektedir.
Çağrılmayan Yakup (1966) kitabı, oluşturduğu atmosferle
sanki Umutsuzlar Parkı'na bir geri dönüştür. Aynı
umutsuzluk, uyumsuzluk, yalnızlık bu kitaptaki şiirlerde de
kendini yoğun olarak hissettirir. Bilhassa "Çağrılmayan Yakup"
taşıdığı varoluşçu izlerle dikkat çeker. Kirli Ağustos
(1970) kitabı aynı biçem ve biçim ile yine benzeri konular
çevresinde dönmekle birlikte Edip Cansever'in, bu kitapta yer
alan "Otel" şiirine "Ek"te "En önemlisi de tanıştırılır
gibiydim biriyle / Hiç kimselerin ilgilenmediği / Bazı olayların
tarihçisi olarak" (I, s. 285)
dizelerinde şairlik manifestosunu vermiş olması önemlidir. Yine
bu kitapta yer alan "Eski Bir Takvim İçin şiirler" ve "Kül",
onun poetikasında belirleyici rol oynayan şiirlerdir. Sonrası
Kalır (1974) diğer kitaplarına oranla "sosyal" sayılabilecek
şiirlerle kurulmuştur. şiirlerin yazılıp yayımlandığı yılların
Türkiye'si düşünüldüğünde bunun nedenini anlamak daha kolay
olur. 'Güncel olanı şiirleştirme' yanlışından çabuk kurtulan
Edip Cansever, Ben Ruhi Bey Nasılım (1976) kitabıyla,
varoluşçuluktan ve nihilizmden izler taşıyan şiir anlayışının
neredeyse doruğuna çıkar. Bu kitaptaki şiirlerde konuşan bütün
şiir-kişileri birbirine benzer hayat anlayışlarına sahiptir,
çevreye bakışları aynıdır. Sevda ile Sevgi'de (1977) ise
birdenbire durulduğunu, adeta "munisleştiğini" görürüz Edip
Cansever'in. "Geçerim kurduğum hayallerin altından / Bir
gökkuşağının altından geçer gibi" (II, s. 123) dizeleri
şaşırtıcıdır. şairin hayatı hakkında yeterince aydınlatıcı
kaynak yayımlanmış olmadığından ondaki bu değişikliğin
"yaşamsal" sebebi hakkında bir şey söylemek mümkün değil; fakat
sanki şairin hayatındaki birtakım değişiklikler, belki platonik
bir aşk, belki güzel bir dostluk ona bu şiirleri yazdırmış
gibidir. Artık "dünya güzel, hayat yaşamaya değer"dir ve tabiat
bütün güzel imkânlarını sunmaktadır sanki. Hatta bazı şiir
oyunlarına başvurduğu bile görülür. "Bilmez miyim Hiç" ile "Bir
Ölü Dalga" şiirlerinin sonlarındaki dizelerde yer alan kafiyeler
bunun örneğidir. şairin Seyir Defteri'nde (1980) ve
Eylülün Sesiyle'de (1980-1981) bu tavrını -biraz da
geliştirerek- sürdürür Edip Cansever. Bu kitapların 1977 ile
1980 arasında yayımlandığı göz önüne alındığında belki bir çeşit
"kaçış"tan, "doğaya uzanış"tan söz etmek mümkün olabilir.
İnandığı "poetik" değerlerden büsbütün vazgeçip "politik" olmak
istemeyen bir şairin kaçışıdır sanki bu... Bir-iki yıl sonra
Bezik Oynayan Kadınlar (1982) gelir ve "bu uyumsuz,
cehennemlerini kendileri seçen, sevmek isteyip de sevemeyen
kadınlar" Ruhi Bey'in ve Yakup'un yer aldığı tabloda kendilerine
yer açarlar. şair, yeniden nesne-insan ve insan-insan
ilişkisini, hatta yer yer de nesne-nesne ilişkisini sorgulamaya
başlamıştır. İlkyaz Şikâyetçileri (1984) Edip Cansever'in
1970'lerin sonu ile 1980 arasındaki "kaçış"ının ve sonraki
dönüşünün izlerini birlikte taşır. Yer yer duyguların,
yer yer de duyuların ördüğü şiirlerdir İlkyaz
Şikâyetçileri'ni oluşturan şiirler. Bunların tipik örnekleri
de kitaba adını veren uzun şiirle birlikte "Doğa Çeşnicisi",
"Başka Ne Olan" ve "Armalar 7" gibi şiirlerdir. Oteller Kenti
(1985) Edip Cansever'in son kitabıdır. Bu kitapta çeşitli "otel
görüntüleri" sunan şair, poetikasının ipuçlarını verirken zaman
zaman sözünü ettiği "nesnel karşılık kuramı"nı en belirgin
şekilde uygular son şiirlerinde. Ayrıca; kadın, karanfil, bira,
masa, yalnızlık... gibi izleklerle birlikte şiirlerinde en çok
kullanılan izleklerden biri olan "otel" bu kitabın dokusunu
oluşturur. Edip Cansever poetikasının bütünlüğünü sağlayan, onun
modernist tavrını ele veren şiirler bu kitapta bir araya
gelmiştir.
Kitapları ve
şiirleri üzerine ayrı ayrı veya toplu olarak birtakım
değerlendirmelerde bulunulsa bile Edip Canveser'in şiirlerini
tam olarak çözümleyip açıklamak kolay değildir. Kendi kuşağından
iki şairin, Turgut Uyar'la Ece Ayhan'ın tam ortasına düşer bu
yönüyle. şiirinin yer yer yarı-açıklığıyla Turgut Uyar'a, yer
yer tamamen kapalı oluşuyla da Ece Ayhan'a yakın durmaktadır; ve
galiba Turgut Uyar'a biraz daha yakın. İroniden hemen hemen
tamamen kopuk olması onu Cemal Süreya'dan hayli uzakta
tutmaktadır. İlhan Berk'e ise büsbütün uzaktır çeşitli
nedenlerden. İçerik ve hayat anlayışının yarattığı ayrım
açısından her ne kadar hayli uzakta duruyor gibi görünse de
poetikalarının özellikle formal açıdan benzerliği bakımından
-ki, aslolan poetikadır- Sezai Karakoç'u da anmak gerekiyor.
Sezai Karakoç'un Yerçekimli Karanfil'e getirdiği yorum
gerçi arayı çok açmış görünüyor fakat kanımca bu açıklık sadece
"içerik" bağlamında ele alınmalıdır. Poetika bağlamı açıklıktan
değil yakınlıktan yana duruyor çünkü. Bu iki şairin şiirleri
şiir sanatı açısından karşılaştırılırsa aradaki büyük
benzerlikleri tespit etmek zor olmayacaktır.
II
Edip Cansever,
Turgut Uyar'ın şiirini değerlendirirken şu tespitlerde bulunur:
"Tek tek dizelere değil de, bir dizeler çokluğuna, hemen hemen
bir dizeler kitlesine yerleştirir şiirsel tadı, şiirsel yükü. /
Sözcükleri, sözdizimlerini, kısacası her türlü biçimsel görünüşü
geri planda bıraktıran bir yaşam yoğunluğu, dünyasal bir denge,
evrensel bir birikim vardır onun şiirlerinde. Kimi zaman
nesneleri sıralayarak kemiksi bir fon yaratırsa da, bunu,
giderek soluk aldırıcı, yumuşak bir atmosfere dönüştürmesini
bilir. Ardından da o her zamanki alaşım becerisiyle, insanı tam
insan olduğu noktada yakalar ve nesne-insan birlikteliğini
yaşamla örtüştürüverir."
Turgut Uyar'ın şiiri hakkındaki düşüncelerini ileri sürerken
aynı zamanda kendi şiirini de değerlendirmektedir Edip Cansever.
Diyebilirim ki yukarıdaki satırlar Turgut Uyar şiiri için olduğu
kadar Edip Cansever şiiri için de geçerlidir. Edip Cansever'in
şiiri de "tek tek dizelere değil, dizeler toplamına" dayanır,
Edip Cansever de "sözcükleri, sözdizimlerini, kısacası her türlü
biçimsel görünüşü geri planda bıraktıran bir yaşam yoğunluğu"nu
yansıtır. Edip Cansever şiiri de nesne-insan birlikteliğini "bir
alaşım becerisiyle" sağlar. Bu iddiaları desteklemek için bile
olsa Edip Cansever'in herhangi bir şiirinden sadece bir/birkaç
dizeyi veya sadece bir bölümü çekip almak, "dizeler toplamı"nı
bozma tehlikesi yüzünden mümkün değildir. Buna rağmen, -biraz
da, aldığım kısımların şiirin bütünlüğü içinde düşünülmesi
dileğiyle- örnekleme yapma zorunluluğu duyuyorum. "Ben Ruhi Bey
Nasılım" şiirinden aldığım şu bölüm hem dizeler toplamını, hem
biçimsel görünüşü geri bıraktıran yaşam yoğunluğunu, hem de bir
alaşım becerisiyle sağlanan nesne-insan birlikteliğini açıkça
ortaya koymaktadır: "Ne peki / Yere dökülen bir un sessizliği
mi / Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi / İşini bitirmiş
bir org tamircisinin / Tuşlardan birine dokunacakkenki / Dikkati
ve tedirginliği mi." (II, s. 9) Kendi şiirini aydınlatan şu
cümleler de Turgut Uyar'ın şiiri için söyledikleri akılda
tutularak okunursa bu durum daha iyi anlaşılır: "Mısra işlevini
yitirdi; şiiri şiir yapan bir birim olarak yürürlükten kalktı.
Eski rahatlığını, o sessiz, kıpırtısız düzenindeki rahatlığını
boşuna aranıyor şimdi. Öfkelerin, bunlukların, başkaldırmaların
dışında kendini yineliyor daha çok. Ne denli güçlü görünürse
görünsün, duygularımızı gerilimlerimizi, düşünce coşkularımızı
başlatıcı bir öğe, bir ölçü olmaktan çoktan çıktı. İnsanı,
insanla gelen en çağdaş sorunları karşılayamaz oldu."
III
Edip Cansever
şiirinin özü, şairin kendi bakışıyla hayatın ve nesnelerin
algılanışıdır. Bakışlarının derinliğini ve genişliğini iyi
ayarlayabilen bir şairdir o. Kendisiyle yapılan bir söyleşide
"şiiri doğadan sağdığını" söyler.
Söyleşide sözü edilen kitabın Şairin Seyir Defteri
olduğu düşünüldüğünde, bu sözcükten ilk anlaşılması gereken,
bilinen anlamdaki "doğa"dır elbette. Çünkü o kitapta doğa iyiden
iyiye yerleşmiştir şiirlere. Fakat Edip Cansever'in bütün
şiirleri düşünüldüğünde "doğa" sözcüğünü "insanın ve nesnelerin
doğası" anlamında almak daha doğru olur. Çünkü bir-iki kitabı
dışında şiirini, bildiğimiz anlamdaki doğadan değil nesnelerden
sağar o. Bilinen anlamıyla doğa Şairin Seyir Defteri'nin
yanı sıra Eylülün Sesiyle ve İlkyaz Şikâyetçileri
adlı kitaplarını oluşturan şiirlerde belirgin olarak yer alır,
diğer kitaplarında asıl belirgin olan ise insanın ve
nesnelerin doğasıdır; Edip Cansever'in şiir karakteristiğini
oluşturan da insan ve nesne doğasıdır. Koltuk, saat, masa,
sandalye, bardak, şişe, ayna, flüt, kaya, tenis topu, lamba,
sürahi, çanta... Bu listeyi alabildiğine uzatmak mümkün. Fakat
nesnelerin çeşitliliği ve sayıca çokluğu ne kadar önemliyse,
şairin bakışındaki genişlik ve algılayışındaki derinlik de o
kadar önemlidir.
Şairin hayata
bakışı ve bu bakışın şiirlere yansıması birlikte ele alındığında
belki kısmen varoluşçuluk (existentialisme) eğilimi sezilebilir
onda, bir parça da nihilizm. Modernizmle birleşir bunlar şairde,
modernizmin diğer öğeleriyle birlikte bir bütün oluştururlar.
Edip Cansever'de tam bir Bazarov tavrı görülmez elbette ama
nesnelere ve topluma bakışının nihilizmle yer yer örtüştüğü de
bir gerçektir. şimdiye kadar Edip Cansever'in nihilizmi üzerinde
hiç durulmamıştır nedense. Bunun sebebi, onun daha çok
nihilizmin birinci aşamasında kalıp ikinci ve yapıcı aşamaya
geçmemiş olmasıdır belki de. Onun baktığı ve gördüğü hayat hem
kendi hayatıdır hem de kendisiyle aralarında ortak noktalar
bulunduğunu sezdiği başkalarının hayatıdır. Sözgelimi, bir şiir
kişisi olan Ruhi Bey pek çok yönüyle, özellikle de dünyaya
bakışıyla Edip Cansever'dir. şairin doğrudan doğruya kendisinin
konuştuğunu varsaydığımız şiirleri ile "Ben Ruhi Bey Nasılım"
şiiri arasındaki éther ortaklığı bunu gösterir. "Bezik
Oynayan Kadınlar"ın Seniha'sı, Ester'i, Cemile'si "duyuş
tarzları" itibariyle şairin kendisini yansıtırlar. "Oteller
Kenti"nin otel müşterileri de öyle.
"Öteden beri
Eliot'ın 'nesnel karşılık' kuramına çok önem verdim. Yani
duyguların, düşüncelerin, coşkuların vb. nesnel bir karşılığı
olması kuramına. Böylece şiirsel bir dekor hazırlanması söz
konusu. şiirlerim küçük insandan, küçük durumsal anlardan çok,
insan dramını, yani bir çelişkiler, karşıtlıklar bütünlüğünü
içermeye yönelik olduğundan, bu dekorun nesneleri de, insanları
da daha bir hareket halinde görünüyorlar sanırım."
Bir konuşmasında bunları söyleyen Edip Cansever kendisiyle
yapılan bir başka söyleşide genel olarak kuramlara bakışını da
şu cümlelerle ortaya koyar: "... kuramlar şiirde pek o kadar
geçerli değildir. Bir şairin işi, bir yerde kuramı da
bozmaktır."
Bunun hemen ardından da bozmadığı, bozmak istemediği tek kuramın
T. S. Eliot'ın "nesnel karşılık/nesnel bağlılaşık" (objective
correlative) kuramı olduğunu bir kere daha söyler. Bu sözler
Edip Cansever şiirini anlamaya çalışanların en (y)etkin yol
göstericisidir. Çünkü Edip Cansever şiiri gerçekten de "bir
kelimenin, bir imajın, bir durumun okuyucuda da aynı duyguları
uyandıracak şekilde kullanılması"
olan "nesnel karşılık" düşüncesinin sayısız örneğiyle doludur.
"Dekor"a çok önem verir şair ve kurmak istediği dekorda nesneler
büyük yer tutar. Belki de şairin, "Bir tiyatro oyunu yazmayı çok
istiyorum." sözleriyle ortaya koyduğu tiyatro yazma tutkusunun
bir sonucu olarak, dekor kurulur ve bunun ardından şiir-kişisi
ile nesneler arasındaki ilişki gündeme gelir. "Salıncak" şiiri
şöyle başlar: "Büyük bir oda. Bahçeye açılan bir pencere /
Ortada bir masa / Yanda bir kapı / Daha birkaç şey: Örneğin bir
yunus balığı camdan, bir heykel..." (I, s. 110) şiir böyle
başlar ve "tepeden tırnağa beyazlar giyinmiş, bir aşk, bir umut
gibi değil, hatta bir kadın gibi de değil, bir aralık gibi"
dünyada duran kadın nesneler arasında kararsız, yılgın,
kimliksiz... güne başlar. "Tenis Topu" şiirinin ilk dizeleri
şöyledir: "Burası arka bahçe, şu gördüğünüz / Ya da pek
görmediğiniz -her neyse- / Bir tenis kortunun yaşlı yorgun anısı
/ Otlar bürüdü üstünü. Biraz yaklaşır mısınız / Yaklaştınız mı,
evet, şimdi bakınız / Uzun, tüylü bir örtüyü kaldırır gibi /
Kalın, eski bir giysiyi sıyırır gibi..." (II, s. 335) Bu
tasvir dizelerinin ardından yine nesne-insan ilişkisi gelecek,
görülen her nesneyi ve kişiyi birlikte sorgulayacaktır şair.
Aslında bir tiyatro oyunu olarak da okunabilecek olan "Phoenix
Oteli" şiirinin ikinci bölümü ise tam anlamıyla bir tiyatro
dekorunun çizimiyle başlar: "(Sabah. Otelin bahçesi. Sağ
yanında otelin bahçe kapısı. Karşıda çeşitli çiçeklerle,
bitkilerle, ağaçlarla kaplı geniş bir alan. Gene karşıda, beyaz
bir piyanonun başında, tepeden tırnağa beyazlar giyinmiş, piyano
çalmaktadır Metrdodel. Bayan Sara, elinde içki kadehi, önünde
küçük bir masa, hasır bir koltukta oturmaktadır. İyiden iyiye
süslenmiştir. Üstündeki giysiler oldukça göz alıcıdır. Tenis
Öğretmeni görünmez, yalnızca Bayan Sara ile konuşmaları
duyulur.)" (II, s. 413)
Biraz önce
varoluşçuluktan söz etmiştim kısaca. Sartre, "Başkaları
cehennemdir." der. Dikkat edilecek olursa yukarıda adlarını
andığım şiir-kişilerinin "cehennemi" hep başka insanlardır. Yine
Sartre'a göre kişi bütün insanları seçerken kendisini de seçer.
Edip Cansever'in şiir-kişilerinin seçimleri Sartre'ın bu
değerlendirmesiyle paralellik göstermektedir. Bunu, özellikle
"Çağrılmayan Yakup", "Dökümcü Niko ve Arkadaşları" ile "Bezik
Oynayan Kadınlar" isimli şiirlerde gözlemlemek mümkündür. Edip
Cansever'in şiir-kişileri tıpkı Sartre'ın roman kahramanları
gibidirler; baktıkları herşey onları bunaltıya götürür. Sanki
dünyanın anlamsızlığından, hayatın saçmalığından gizliden
gizliye kendilerini sorumlu tutarlar ve "başkalarının cehennem
oluşu" giderek "kişinin kendisinin cehennem oluşu"na evrilir. Bu
insanlar mutluluğun nasıl yakalanabileceğini değil "mutluluğun
gerekli olup olmadığını" sorun ederler kendilerine ve sonuçta
gereksizliğine inanırlar. Alkole yer verirler "masa"larında. Bir
şiirinde dediği gibi "mutsuzlar, umutsuzlar, uyumsuzlar"dır bu
insanlar. "Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum."
(II, s. 175) diyen insanlardır; hem de insanlara değil "yağmur
sonralarına, loş bahçelere, akşam sefalarına" söylerler bu sözü.
"Birbirine kuşku ile bakan, birbirinden korkan, bir oteldeymiş
gibi birbirine yabancı insanlar"dır
bunlar.
Edip
Cansever'in şiiri büyük ölçüde bir "seyir"in ürünüdür. Burada
"seyir"i hem "bakma/görme" hem de "yürüme" anlamında
kullanıyorum. Sonuçta kendisine boş ve anlamsız gelen bu dünyayı
"seyreden" şair-kişi daha baştan farkındadır aslında boşluk ve
anlamsızlığın. "Ne günlük olaylara inmek, ne de günlük olayların
dar sınırından kurtulup, ölümsüz bir öze yönelmek!... İkisi de
sıkıntıyı kaldıramıyor ortadan. (...) şiirlerime yerleşen her
sözcük, ancak bir sıkıntıya bulandıktan sonra eyleme
geçebiliyor."
derken boşluğu, anlamsızlığı, sıkıntıyı daha baştan fark etmiş
bir şairin, daha net bir ifadeyle, varoluşçu bur şairin
konuştuğu açıktır. şairin, "sıkıntıyı bütünüyle yaşayıp ondan
öyle kurtulmak" düşüncesinin ürünü olarak iyice baktığı
nesneler/eşyalar üzerindeki dikkati, sevmediğini söylediği
mesleğinden gelmektedir belki de. Gerçekten de "şeyler"e bir
antikacı dikkatiyle bakar Edip Cansever. Onun için önemli olan
baktığı nesnenin gerçekliği, yeryüzünde bulunan diğer nesneler
arasındaki ve insan hayatındaki konumudur. Yani nesnelerden bir
nesnedir baktığı şey. Onu öylece yerleştirir günlük yaşamın
içine. "Başka Ne Olan" şiirinde bir bardaktır bu; fayansta
yansısı olan, beyaz üzerine mavi çizgili bir bardak. Bardağın
uzayda tuttuğu yeri belirleme çabasıdır şairinki. şöyle bitirir
şiiri: "Başka ne olan bir bardağı / Sadece bir bardak olan
bir bardağı" (II, s. 317) Bir başka şiirde "boş şişeler"dir,
bir başkasında "tahta bir masa"dır ya da "bir boy aynası"dır
baktığı. Fakat yine de şunu söylemek durumundayım; Edip
Cansever'in şiiri o kadar zengin ve kendi içinde hareketli bir
şiirdir ki onun nesnelere bakışı da bu hareketlilikten
etkilenir. Sözgelimi onun en çok kullandığı "karanfil" imgesi
hareketli anlamlar yüklenir şiirlerde. "Karanfil" deyince hemen
"Yerçekimli Karanfil" şiiri akla gelir; fakat eleştirmenler ve
okurlar bu şiire kendilerini o kadar kaptırmışlardır ki
"karanfil"in Edip Cansever'in daha pek çok şiirinde yer
aldığını, "yerçekimlilik"ten başka özellikleri de olduğunu
görememişlerdir. Kimi zaman sadece bir çiçek-nesne olarak, kimi
zamansa farklı anlamlar yüklenerek girer onun şiirlerine
"karanfil": "Karanfiller gibi taze omzum, dizlerim,
ayaklarım" (I, s. 18); "Nasıl ki ben kırmızı
karanfilleriyle hatırlarım hep / Bir evin camlara doğru çok
boşalan içini" (I, s. 236); "Sen bir karanfilsin, delisin
/ İçlisin de, bükersin hemen boynunu" (I, s. 419); "Benim
bütün yaşamımda hep karanfiller olmuştur / Her zaman hatırlarım
/ Sanki bir karanfilden sürekli doğmuşumdur" (II, s. 24);
"Ruhi Bey'le ben kocaman bir demet karanfil oluyoruz" (II,
s. 26); "Bir tramvayın durmasıyla durmaması arasındaki ayrım
/ Karanfil kokuyorsa biraz / Yeni koparılmış bir demet
karanfilim ben" (II, s. 195); "Öptükçe öpüyor bir yavru
serçe / Sapıyla birlikte bir karanfili" (II, s. 282)...
IV
"Bakmalar
Denizi" şairi, erişilmesi güç bir "somutlama" yeteneğine
sahiptir. Sürekli olarak imgelerin somutlandığını görürüz onun
şiirlerinde. Bazı araştırmacılarla eleştirmenler Edip
Cansever'in şiirde "soyutlama" yaptığını iddia etmişlerdir.
Gerçi bu iddiayı şairin kendisi de desteklemiştir fakat kanımca
onun yaptığı soyutlamadan çok somutlamadır. Çünkü, nesnelerden
dışa doğru, imgelere doğru yönelme söz konusu değildir onun
şiirlerinde. Tam tersine dıştan nesnelere yönelme, nesneyi nesne
olarak şiire sokma ve çoğunlukla da orada durma vardır onda. O,
duyularıyla kavradığı bütünsel gerçeği ve bu gerçeğin insan
bilincinde gerçekleşen hakikatini dile getirmiştir. Bu ise,
somutlama ile örtüşür. Aynı sebepten dolayı Edip Cansever,
belirleyici özelliği soyutlama olan idealist felsefî
eğilimlerden de uzaktır. Yer yer duyulardan duygulara
geçtiği görülür elbet ancak onda aslolan duyulardır ve
daha çok orada kalır, orada derinleşir; somuttan soyuta gideceği
yerde durmasını bilir. Onu özgün kılan da budur, şiirde bunu
gerçekleştirmesidir zaten. İdealist felsefî eğilimlerden
uzaktır, dedim. Belki idealist yaklaşımların aşırı soyut ve kimi
zaman da uygulanabilirlikten, yaşanabilirlikten uzak olmasıdır
onu mesafeli davranmaya iten. Çünkü Edip Cansever "hayat"
dediğimiz o canlı akışın, hareketliliğin içinde olmayı, soyut
ideallerle uğraşmaya yeğ tutar.
Nesnelerin
varlığı, yaşam sahnesini nesnelerin doldurması ve insanın
nesnelerle ilişki içerisinde olması yeter ona sanki. Poetika ile
politikayı birbirinden kesin çizgilerle ayırma başarısını
göstermesinin temelinde de bu yatar. Pratikte politikaya
bulaşmış olmakla birlikte, şiirine politikayı kaba anlamıyla
bulaştırmamış; hiçbir politik idealden, "daha iyi bir dünya"
özleminin esinini almamıştır şiirini kurarken. Onun şiir
kozasında "hayat" vardır, "şeyler" vardır, "insan" vardır. Bu
nedenle Edip Cansever şiirinin kapılarını açmak isteyenlerin
ellerine alacakları anahtar; "hayat"a, "şeyler"e ve "insan"a
uymalıdır öncelikle. "Biranın dökülüşü, ağaçların çürümesi,
hasta bir kadının yüzü, bulanık bir havuz, mozayıktan bir
tasvir, bir kaya, bir ot, bir akarsu, iri bir ruj lekesi, masa
üstündeki kırmızı leke, masanın üstünde soğuyan bir ütü, kadife
bir örtü, lacivert bir jaluzi, serpantinler, konfetiler,
biçimsiz bir çift terlik..." Bunlardır onun şiirinin dokusunu
oluşturan. Edip Cansever'in şiiri hayatın basit görünen fakat
aslında gerçek derinliği taşıyan tarafları üzerinde yükselir. Bu
bakımdan, Özdemir İnce'nin "Nesnenin geçmiş ve geleceği temsil
etmesine, göstermesine gerek yok Edip Cansever'in şiirinde (ya
da bütün çağdaş şiirde), çünkü zaman üç boyutuyla şimdi var olan
nesnenin kendisidir, kendisindedir."
şeklindeki tespitlerine hak vermemek mümkün değildir.
V
"Bezik Oynayan
Kadınlar" şairinin şiirlerinde aşk ve cinsellik nesnesi
olarak kadın da büyük yer tutar. Yoğun bir cinsellik vardır Edip
Cansever'in kimi şiirlerinde; alabildiğine uzayıp giden,
genişleyip derinleşen bir cinsellik. "Aşk" neredeyse "cinsellik"le
eş anlamlıdır. Kadın imgesi, "ideal sevgili" veya "meleksi
varlık" olarak yer almaz bu şiirlerde. "Ben patronum, şöyle
böyle bir adamım / Bırakın konuşayım / Bir bira içeyim konuşayım
/ Kim ne derse desin kadınlara düşkünüm / Ne yapayım öyleyim /
kadın dendi mi sanki ben / Vişneli bir dondurmayı durmaksızın
yalarım" (II, s. 31) dizelerinde sadece bir "patron"
değildir konuşan; aynı zamanda Edip Cansever'in kendi
duyusallığını yansıtan şiir-kişisidir. "Birden beyaz
bacaklarını gördüm / Sonra her şeyi gördüm / Ses çıkarmadım /
Ses çıkarmadım, köpüren sütler gibiydik / Beni yeniden öptü,
üstüne çekti beni / Köpüren sütler gibiydik" (II, s. 43)
dizelerinde ise kimbilir nasıl bir çocukluk/ilkgençlik anısının
izdüşümleri gizlidir. Cinselliklerini en coşkun şekliyle
yaşayan, duygulardan çok duyuları harekete geçiren kadınları
şiirleştirir o. "Kimse kimsenin olmadan sevişmeyi" arzulayan,
kadınlardır onun şiirlerindeki kadınlar."Aşk duyan bir kadını
/ Onun kişiliği olan memelerini" (I, s. 33) dizelere taşır
şair. Bu kadınlar "Denemek istiyorum ben kadınlığımı da /
Kadınlığımı ve her şeyi / Hiçbir şey ummadan" (I, s. 173)
diyecek kadar cesur ve özgürdürler.
Genellikle,
cinsel arzularla dolu bir erkeğin gözleriyle, duyularıyla
yansıtılır kadınlar onun şiirlerinde. Kendileri "özne" bile
olsalar, "nesne"dirler, "cinsellik nesnesi"dirler bu yüzden de.
"Bir kadının pembe beyaz teni dağılıp uçuşarak" (II, s.
21) yerleşirdi Edip Cansever'in şiirlerine ve "Açık saçık
giyinirdi, pek anlamazdım / Dudaklarını ıslak tutardı, pek
anlamazdım / şehvetle aralardı, bembeyaz dişlerini görürdüm /
Bembeyaz dişlerini görürdüm / Bembeyaz / Kalçalarını
okşayaraktan tutardı" (II, s. 45) bir başka kadın. "Eros
Oteli"nden alınan şu dizeler, kadının "cinsellik nesnesi" olarak
algılanışının bir başka örneğidir: "... Kadınlar / O kadar
çoktular ki, anlatamam / Eğilip eğilip altlarından geçtiğim /
Birer hamaktı onlar / Sonra sonra çok büyük bir hamaktılar
herbir deliğinden ayrı ayrı geçtiğim / Geçmek istediğim yani..."
(II, s. 358) Edip Cansever'in şiirlerindeki kadınlar "bezik" de
oynasalar, "tenis" de oynasalar, oynadıkları oyun gelip
cinselliğe dayanır sonuçta. Belki de "orijin"e dönüştür bu;
şiir, onları bu noktaya getirmek için yazılmıştır sanki! Edip
Cansever'in kadınları kimi zaman kendi bedenlerinde gezintiye
çıkarlar, kimi zaman da birbirlerinin bedenlerinde. Bunların
hepsi cinselliğin başat öğe oluşunun değişik yansımalarıdır Edip
Cansever'in şiirlerinde. Bu durum, onun bütün şiirleri için
geçerli değildir elbette. Sözgelimi Sevda ile Sevgi'de
kadın yer yer sosıal bir varlık olarak yer yer de "Sonra bir
pencereden kendine / Ayışığı gibi vuran sen / Ne sana ne
başkasına benziyor" (II, s. 76) dizelerinde anlatıldığı gibi
ince bir duyarlıkla sevilen bir sevgili olarak şiirleştirilir.
Fakat bence, "kadın" izleği açısından bakıldığında belirleyici
değildir bu kadın tipi; çünkü neredeyse "soyut"tur. Sadece bir
insan, bir sevgili sembolü, hatta bir imaj olarak şiire
girmiştir. Bu kısmın başından itibaren sözünü ettiğim kadınlarsa
bedenlerinin belirleyiciliğinde hareket eden, kadınlıklarını
etkin olarak hissettiren varlıklardır. Bu yönleriyle de Edip
Cansever şiirinin dokusunda önemli bir tamamlayıcı öge olarak
yer alırlar.
VI
Yazının ilk
cümlesinde Edip Cansever'in özgün bir şair olduğunu
söylemiştim. Ona bu özgünlüğü sağlayan şeyler, şiir
işçiliğinin ürünü olmaktan çok dünyaya bakışın ürünüdür. Hiçbir
zaman bir şiir işçisi olmamıştır Edip Cansever. Şiiri, baktığı
şeyleri yansıtan bir ayna-metin olarak kabul eder. Bu tanım,
edebiyatta roman için uygun görülmüş, roman için kullanılmıştır
daha çok. Stendhal'in o meşhur "yol boyunca gezdirilen ayna"sı
gelir akla hemen. Edip Cansever de "Uzun şiirlerimde ise bir
sorunsallık söz konusudur. Bu bakımdan, belli bir konusu
olabileceği gibi, bir temayı da işleyebilir. Bu yüzden, öykü,
tiyatro, düzyazısal şiir gibi ögelerden de yararlandığım olur."
sözleriyle şiir yazarken metinler arasında temelde fazla bir
ayrım yapmadığını belirtir. "Bu yazdığım şiir olsun."
düşüncesiyle oluşturmamıştır şiirlerini, öze önem
vermiştir esas olarak. Şiirlerindeki düşünsel ve duyusal
derinliği nasıl onun hayata ve nesnelere bakışı yaratmaktaysa,
şiirlerinin biçimsel özelliklerini de şiirde eksen aldığı öz
belirlemiştir. Bu öz günün birinde bütün yönleriyle, şairin kimi
konuşmalarında ipuçlarını verdiği kuramların aydınlığında ve
kendisine yakın bularak isimlerini andığı diğer şairlerin
şiirlerine benzeyen taraflarıyla birlikte çözümlenip ortaya
konulduğunda Edip Cansever'in şiiri daha çok kişi tarafından ve
daha iyi anlaşılacaktır. Bir şey daha: Kanımca, Edip Cansever'e
"bir zengin madene dönülür gibi dönülecektir" günün birinde.
Bâki
Asiltürk
(Tömer
Edebiyat Dergisi, sayı: 4, Mart-Nisan 1997)