|
“Deliliğin kaynağı, aklın sınırlarını zorlamakta yatar.”
Şiir okumayı onun hakkında düşünmeyi ve yazmayı seven bir
kişi, edebiyatın bu alanını “iyi-kötü”, “anlamlı-anlamsız”
yargılarla tartışıldığını gördükçe deligömleğini üzerine giymekten
çekinmemesi gerekir.Türk şiirinin (dünya şiiri için de geçerli) dünü
bugünü, eğilimleri, beslendiği kaynaklar, felsefesi, etik duruşu,
magazinliği vs. hakkında yapılan tartışmaların yoğun bir enerji
barındırdığını ve bu alanda yoğunlaşan emeğin uzmanlaştığı ve
sektör-iktidar odaklarını yarattığını görürüz. Her eleştirme’nin
çarşafın kıyısından tuttuğu kuşkusuz doğrudur. Herkes, şiirin
edebiyatın yaşayan alanı olduğunda müşterek bir tutum sergilemekte.
Dolayısıyla tartışmalar “iyi-kötü”, “anlamlı-anlamsız” tanımlamalar
ekseninde yürütülüyor. Böylelikle herkesin bilinçli-bilinçsiz sırtı
sıvazlanmakta. Bu bir iktidar varoluşudur. Bunun daha açık anlamı
şiirin bir sanat dalı olarak korunmasıdır; (itirazım yok) ama onun
ötesine geçmemesidir de. Kendini tekrarlayan, birbirine benzeyen,
yaşamı yeniden korumacı bir anlayışla üreten koca bir şiir
külliyatından medet ummak, pek doğru değil sanırım.
Nitsche, ‘ahlak soruşturması’nda “iyi” ve “kötü”nün
ötesinde bir tutum sergiler. Bu tutumla “ahlak”ın görece bir kavram
olduğu, toplumsal değişimin “yeni bir ahlak” anlayışını ortaya
çıkardığını sezinlediğinden “iyi” ve “kötü”nün ötesine gitmeyi,
orada sorgusunu yapmayı yeğler. Buradan hareketle; şiir
tartışmalarının merkezine “anlamlı şiir-anlamsız şiir”, “iyi
şiir-kötü şiir”i oturtmanın gereksiz olduğunu söyleyebilirim.
Bunun ötesinde, değişen hayatın karşısında şiirin tutumu,
öncelikli bir sorun olarak karşımıza çıkar. Bu bir içerik sorunudur.
Yukarıda belirttiğim yargılar (şiir için) rasyonel aklın tartışma
kalıplarıdır, moderndir. Artık hokkabazlığa gerek yok. Soruyu doğru
sormak, doğru yanıtın yarısını oluşturur: Şiirde ölçümüz ne
olmalıdır?
Soru’nun yanıtı koca bir yaşanmışlıkta yatar; yani
“tarih”te. Şiir’in kendi farklılığını ortaya koyması önceki nesiller
tarafından sağlanmıştır; tekrar tanım, bizi hep tekrara zorlar.
Dünyamızın herhangi bir yerinde birine bir metin sunduğumuzda o
metnin, öykü, şiir vb. olduğunu hemencecik söyler. Refleks haline
gelen bu belirleme “kendi” varlık koşuluyla tanımlanabilmenin
ötesinde bir tutumdur. “Öteki”nden ayrılığıyla “kendi”ni var eder.
Bir metnin varlık koşulu, diğer metinlerden farklılığıdır. Bu bir
biçim farklılığıdır; içerikte hepsi özdeştir. Dünyanın her yerinde
yaşanan aşklar gibi, birbirine benzer. Bu anlamda içerik öncelikli
olur. Sorun; şiirin ne olduğu ne olmadığı, nasıl yazılması değil,
içeriğidir. Yani hayat karşısında tutumu, sorunsalın kendisidir.
Bütün metinler birdir aslında, aslolan içerik farklılığını doğru
koyabilmektir.
Modern şiir eleştirisi; öznellik-bireysellik,
nesnellik-toplumculuk gibi istiflenip belirli bir dönem olarak kabul
edilse bugünün dünyasında artık gerekli değildir. Modern şiir
eleştirisi, rasyonel aklın sınırlarından bakar şiire; çünkü
vicdanımızdan başlayarak genel alanı kuşatan iktidar parçalarını
yanyana getiren hayatın karşısında yenilmiştir, rasyonelleşmiştir;
oysa şiir irrasyoneldir. Kurulu düzene saldırır ve bunu açık yapar.
Yeni şiir, bunun ötesine geçmeyi ister, onun sancısını duyar ve
vicdanıyla samimi bir karşı duruşu imler. Modern söylemin şaire
yüklediği kimlik genel olarak “ilerici”lik, “aydın”lık,
“kurtarıcı”lıktır. Modernizm, şairi kutsar; onu büyülü melankolik
olarak ilan eder. Oysa tek tanrılı dinlerde şair bir günahkardır,
iktidardan dışlanmış, sapık bir bireydir. Modern dünya, şairi kendi
içine alır ve ehlileştirir, “piyasa”ya sunar. Artık şair sistemden
huzursuz ama melankoliktir. Kişiliği tamamen atomize olmuştur.Bu
kuşatılmışlığın içinde şair ya istenilen olur ya da irrasyonel bir
kimlikle serkeşliğe kayar. O kalabalığın içinde dışlananların
yanında kendini bulan şair, yaratıcılığın dehşet vericiliğinde söz
almaya çalışır. Dinsiz, ahlaksız, üst aidiyet kimliklerinden
sıyrılan, günlük hayatın irasyonelliğinde gezinen kalabalıklara
sarılan şair, toplumsal cinnete ortak olur. Onun konusu; meyhaneler,
kerhaneler, barlar, cinayetler, satılan kölelerdir. Bütün bunlar
modern etiğin dışında, onun rasyonelleştiği hayata bir
başkaldırıdır. Bu bir nesnelleşmedir. Ama aynı zamanda özneldir.
Genel sistemin tüketici kimliği, kurumsallığı ve aidiyetleri
açısından da özneldir. Hile, yalan, puştluk, bencillik vb. ahlaki
tutumlar; iktidarın parçası olmadığı sürece şairin konusudur ve
meşrulaştırır. Modern olan geçmişi anımsatır, kimlik dayatır ve
böylece kendi iktidarını yeniden kurar. Buna karşı duran avantgard,
post-modern; aynı teranenin içinde söz almaya çalışır. Her ne kadar
ıstırap duysa da moderne karşı olan birey, özel hayatıyla yaşamak ve
varolmak ister. Kendi doğrularıyla özel hayatının kurtuluşunu umut
ettiğinden, modernist şair, modernizm içinde kendini konumlandırır.
O bir avantgard veya post-modern oluşuyla kendi sesini duysa da
bunun pek bir anlamı yoktur. Dışa kapalı akademik bir söylemi
şiirinde kurmaya çalışır. Onun derdi özel hayatının kurtuluşudur.
Oysa şiir ve şair bu kıskaçtan sıyrılıp öteye geçmelidir.
Bireyin kurtuluşunu sonuna kadar savunmalıdır. Şair tarihsel
irasyonelliğine dönmelidir. Bu modern değildir. Kendi kurtuluşunu
diğer hayatlara açarak hayatı ve kendini politize eder. Bunun
nedeni, artık iktidarın dikine kurulan egemenlik biçimi olmaktan
çıkıp yatay istiflenen bir egemenlik biçimi olmasında yatar.
Yataylık belirli bir sürtünme ve temasa yol açtığından iktidara en
sarsıcı darbeyi indirir.Şiir ve şair bu alanı artık görmelidir.
İnsanoğlunun en büyük, en korkunç keşfi uzaya ayak basması değil,
yatay konumlanan iktidarı keşfetmesidir.
Zate Zatturi
|
|