Ayten Mutlu (1952)
Aşk
sen ateşsin, hiçliğin inşa ettiği arzu, acı dolu ve parlak, çölde kaybolan gün iskelesi ağacın yelesindeki akşam geyik boynuzundan aya tırmanan eğrelti otu, kırılgan ve uçucu alev, tülsün sen ömürsüz hazzı yanılmaların tatlı ormanda telaşsız duman yalan yemişi adil ve bilge toprağın
altın eşikli dağda yankısın sen, ıssız koruda rüzgâr efsaneler yazan fısıltısı zamanın yer altı cennetisin, Hades’in vaveylası buz tutmuş çayırsın ateşin köklerinde
sen isteksin, narda kanayan bıçak tere sinen kırmızıdaki koku kösnül çiçek canın tene sunduğu karanlıksın, kaf dağında evsiz kuş kadar yalnız, düşleriyle dans ederek yanan tek kanatlı gecede
kor ve külsün aynı gülün geçmişinde büyüyen tinin gizli tarihi ak tarihi, yok tarihi, korun ipek eliyle külü eşeleyen derin tarihi
ölümün tuzusun sen şafakta uyanan bir çığlık gibi Troya’da Helen’sin, Antartika’da çimen tozda dünya arayan Kentauros sürüsü
hayatsın sen Nymphe’sin, tohumda bekleyen meyve mürver gölgesinde yeşeren rûya ihanetsin, Kirke’nin güzel sesi bir gülüşün içine saklanmış ejder sevinçsin sen sevinç perilerinin gözlerindeki keder
unutulmuş yalanlardan dökülmüş unutulmuş anlardan sökülmüş hançer gibi çıplak, gibi kirli ve safsın gömülü çalgıların çıngır telinde hep yarıda kalan kırık şarkısın
Eksikliği Fazla Bir Harf
o sen miydin, karanlığa örtülen kapının eşiğinde, ufalanan renklerin, saf kokuların kayıp geleceklerin saklanmış güneşinde dalgaları susmuş bir kıyının iç çekişinde şarkısını arayan o erkenci güz?
senin miydi, solan mavilerin som çeliğinde akışkan kumlarında gizli titreşimlerin uzun koridorlu bir neşter saatinde sessizlikteki sesi bekleyen o yüz? (soğuk bir anın en soğuk demirinden parçalanmış heykelleri onaracak ustanın ellerinden yere düşmüş bir keski gibi kederi eğen o yüz?)
balçığın hilesinde, duvarların sahte yapraklarında gerçeğin söylediği bir yalan gibi mağrur ve sakin, şiddetli bir yokluk gibi sırla ayna arasına sıkışmış o an (senin miydi, boşluğunda donmuş bir çığlığın erken biten zamandan emanet bir çocukluk acısı gibi kalan?)
senin miydi, sımsıkı kilitli kapının eşiğinde çağrısız bir lütuf gibi üryan bekleyen geçim an’ı, (o yalnız an, döner ya ayna birdenbire içine ve bakar sonsuzca bir an, o sarı iskelede ilk kez görürmüş gibi kendi yaşamadığı kendi hikâyesine)
sen miydin, sırça bir çocukluğun alnında işleyen o testere, yoksa ben mi kireçtaşı damarlarında yerin söndürülmüş ateşin uçuşan tüyleriyle beni bölen bilmediğim harflere? yanlış bir uykuya sızan dili gerçeğin (ah, işte hayat, o sebepsiz çiçek yatağı) yanmış gözyaşlarının, bereketli hasadın ellerime uzanan bir elin sesi dökülmüş dili karanlığa örtülen kapının eşiğinde gölgeye inanmayan kandilin söylediği (parçalanmış heykelleri onaracak ustanın kitaplarda kurutulan harflerin ansızın ölüm olan babamın dili)
babam ki, bir kıyıdan ötekine hiçbir zaman varamayan eski ve güzel bir köprünün çağın mitralyözüyle yıkılan ayakları gibiydi (şimendifer saatleri kurdu hep atalardan çalarak eskimiş zamanları haram yemez, ipek gömlek giyerdi ve oynak bir su gibiydi çiftetelli sazların sıçrayan tellerinde, acılı bir ömrün sevinçleriyle onarmayı bildi de birbirinden uzaklaşan çağları onarmayı bilemedi kendini)
belki de eksikliği fazla bir harfti babam işaretleri çoktan unutulan bir dilin hayatın belleğinden yavaş yavaş silinen alfabesinde emanet bir at üstünde yaşadı hayatını emanet bir ata binip gitti görünmeyene (kurumuş bahçelerden toplardı sabahın çiylerini akşamın zilleriyle yağmurun çamlarını süslerdi kendisinin olmayan kadınları sevdi hep imana geldi dedi annem son nefesinde)
şimdi burda, karanlığa açılan kapının eşiğinde o eksik harfi soruyorum alfabelere onarmak için içimdeki yıkılmış köprüleri yazmak için masalını köklerin, aşıboyalarında ve yıldız çitlerinde kanayan günübirlik bir ömre yarıda kesilen bir çiftetelli hüznüyle yırtarak içimdeki şarkıyı soruyorum babama; “her şey ölümde birikir demiştin bana ve hayat yaşansın diye vardır sadece dinle ağustos böceklerini ve sıcak bir el gibi alnında gezen hayatın seslerini, ve unutma, dokunduğu yüzlerde yumuşak bir kili yoğurur insan ellerindeki toprak ancak böyle dönüşebilir güle” (işte mevsim toprak ve gül, alnımda ipek/ten el gibi hayat, ne varsa yok, ne yoksa var içimdeki görünmeyen gecede susmak nedir bilmeden ötüyor hâlâ upuzun bir denizin görünmez sahilinde seninle dinlediğim ağustosböcekleri)
söyle şimdi, biriken ne, kökleri büyüten o karanlıkta? nerede hammaddeyi güle çeviren simya nereye, nereye koysam başımı kayıyor bir yıldız daha yakarak ağzının denizinde kanayan ölümsüzlük vaadini gidiyorsun, duvara çizilmiş bir pencereden kapısını örtmeyi unutmuş bir gezgine “yolun adını göçebe yazar“ diyor yasalar geri dönmeyişlerin alfabesine (ve babası ölen çocuklar hiç büyümez gözlerinde taşır sesinden düşen göğü sorular biriktirir yağmur yerine yağmayı ertelemiş sevgilerin renginde)
gidiyorsun, içime çizilmiş bir labirenti geçerek sönmüş bir kandilin gölgesinde kapanırken bir yerde bir pencere açılıyor yokluğun kara kapısı (gözlerinden kopan o mavi ışık hayatı soruyor hâlâ ölüme)
Ortadoğu’da Ay
ay burada taştandır, ışıktan değil eski bir değirmendir rüzgârın ülkesinde değdiği sularda yaralı bir sessizlik gibi kanar karayağın teninde
burada ay sonsuzluğun pıhtısı dağılan yürek kumu aynasız bir gecede bir hançerin sapında parıldayan kan kokulu bilmece
ay burada kendini beyaz sanan bir zenci zamanın elinden düşürdüğü bir ayna sınırında sınırsız yenilginin kırılmaz çembere hapsolan ritim küf kokan sandıklardan arada bir çıkarılıp bakılan rüya ay, toza gömülü şimşek asasız dervişi bitmeyen bir masalın kılıcını kuşanmış bir çadırda çürüyen kın, kararsız bir ihtilâl bitmeyen bir gecenin rahminde yanan acıya aç, mutluluğa intihar
çatırdayan toprağın ıssız iniltisi canın köpüğünde titreyen anlam umutsuz sevişmesi insanın ve kaosun imbikten damıtılan suskunun ilk dizesi son şenliği ruhta bağbozumunun çıldıran dünyanın ilk gecesinde atomun yırtılan masumiyeti
ay, ebedi kafdağı taşın kalbinde deli ve uysal çocuğu tevekkül anaların ansız yaşamaların acıya aç zamanı ilk mağaranın duvarlarından zincirini koparmış soylu şiir hayvanı ay burada saflığın sırat köprüsü kıyamet tellalının üflediği ney karanlığın testisinden güne saçılan şarap sırın ince yerinde sırsız gece kırığı insan kanı çatlak topraktan sızan sararmış kitaplardan fırlayan satrap
burada ay, çölde bekleyen vaha sırtlan ayaklarında bir bedevi uykusu yaldızlı kubbelerde cennet adlı cehennem tanrılar katından geçmişe fırlatılan bombalı paketlerde fıstık yağı kokusu
zaman burda ayın değişen yüzü kerpiç mağaralarda sonsuz sabır tespihi geleceği geçmişine düğümlü yeraltına sürülmüş sözün ipek yolunda bir depremdir yerüstünü bekleyen
çünkü ay ışığı yüreğinde taşıyan yalnız bir şamandır Ortadoğu’da
Taş Ayna
gecenin terli etinde hayat, o ağır yele savuruyor hiçliğin tozlarını çınlayan reklam ışıklarına demirli gölgelere
afişler kımıldıyor yorgun caddede bir kahkaha, ipekten bir çekiçle kırıyor taş aynasını zamanın rüzgâr kristalleri dağılıyor gecenin ellerinde
dans ederek geçiyor şenlik alayı ışıldayan altın külçeler gibi gecenin buz tutmuş gözlerinde parıldıyor yalnız bir atın sessiz yaşları
hayat, o ağır yele uçuşuyor yıldızların sönmüş nefeslerinde yaşlı bir at ölüyor seğiren karlar üstünde yaşlı bir at ölüyor minicik bir yıldız gibi doğan bir at bakıyor dünyaya soruların içinden inleyen karlar üstünde
tanrılar ve adamlar görmüyor onu zıplıyorlar gecenin neşeli güneşinde bir geliyor bir gidiyor ışıklar ürperen karlar üstünde
bir leke gibi duruyor at caddede uçacak bir tüy gibi ağır ve ince hayatın kıyıları uzaklaşıyor soluyor kar çiçekleri yüzünde
dans ederek geçiyor şenlik alayı kahkaha çığlık at çöp yığını hiç
gömülüyor kalplerin çürüyen gecesine
Rüzgâr
kadın kum tanesinden bile küçüktü
daha küçüktü deniz kadındaki acıdan
esip duruyordu o eski rüzgâr
denize ve Samanyolu'na aldırmadan
ve kadın yürüyordu çıplak anılarıyla
kumlara ve yıldızlara basmadan
Yüzün ve Çan Sesleri
|
Bir Önceki Sayfaya Geri Dön Ana Sayfaya Geri Dön